13 Mayıs 2015 Çarşamba


ŞİMDİ SENİ...

Giriş;

giriş kısmı kişiye özeldir,
yangında ilk yakılacak.

Geliş-me;

Son-uç;

şimdi seni dinlemek vardı
anlattığın gerçekleri masal sanarak,

şimdi seni anlamak vardı,
acıyan yanlarımızdan üstünlük kurmaya çalışarak

şimdi seni tutmak vardı,
sabah terk edeceğin yanlarımı saklayarak

şimdi seni konuşturmak vardı,
biriktirdiğimiz suskunlukları haykırarak

şimdi seni sövdürmek vardı,
gelmişine,geçmişine,alayına,bana

şimdi senin elinden tutmak vardı,
bir saniyesi için bir yıl beklediğimiz

şimdi seni boğmak vardı,
arda ardına içimizi yakan sigaraların dumanında

şimdi seni sevmek vardı ,
hiç bir aşk romanına konu olamayacak biçimde

şimdi seninle intikam almak vardı,
canımızı yakanların canı cehenneme...

29 Mart 2013 Cuma

ÇIKMAZ SOKAK


beni arayıp kendini yorma
neredesin, nasılsın diye sorma
martlarla, kedilerle selam yolla
zira çocukluğumu arıyorum hala
o eski çıkmaz sokaklarda...

























NANİK

İki aylak bir sohbete fazla geliyormuş anlaşılan
Tüketmekten başka bir şeye derman olmuyormuş zaman
Sorulara boğulup yanıtlar alamadığın an
“Son” nanik yapıyormuş hiçbir şeyi umursamadan…



26 Aralık 2010 Pazar

bir artı birdir yalnızlık






bir artı birdir yalnızlık

rutubetli evlerde

elektrikli ısıtıcının sıcağını

yüzünde tek başına hissetmekktir...



kirli yatağa

tek başına girmektir yalnızlık,

uyandığında hiç bir nefesi hissedememek

aynada her sabah aynı yüzü görmektir...


bir ekmeğin günlerce bitmemesidir yalnızlık

buzdolabındaki yiyeceklerin küf tutmasıdır

son kulanma tarihi geçmiş anıları atmamaktır...


okumaktır yalnızlık

raflara alabildiğine kitap yığmaktır

bir iki satır yazmaktır

hiçlikten yorulup yığılmaktır...


çocukluktur yalnızlık

saklamabaç oyununda hep ebe olmaktır

arayıp tarayıp kimseyi bulamamaktır

yinede bu oyunu sevip tekrar tekrar saymaktır

önüm arkam sağım solum yalnızlık...

23 Ekim 2009 Cuma

ZERDÜŞT

yirmi altıncı sayfama not düştüm
özümde kimliksiz bir zerdüşttüm
kamuoyu tepkilerini ölçtüm
kendime aşkın kadar ömür biçtim...

11 Haziran 2009 Perşembe


KARANLIK ODA 

              Odanın ölgün ışığı ruhunu daraltıyor, çektiği acıların bir an önce bitmesi için tanrıya dua ediyordu. Koltuğa gömülmüş, açık pencereden odaya dolan rüzgârı solumaya çalışıyordu. Kalbi eskisi gibi düzenli atmıyordu. İç organları sözleşmişçesine kalbine eşlik ediyordu. Eve döneli birkaç gün olmasına rağmen boğazından bir lokma geçmemişti. Her denemesinde gözlerinin önünde o korkunç akbaba beliriyordu. Damarlarındaki kan bir süredir zoraki akıyor ve hareket kabiliyetini gittikçe kaybediyordu. Oturduğu koltuktan saatlerdir kalkmamış, ölü bir noktaya gözleriyle birlikte bedenini de sabitlemişti. Duvar saatinin tiktakları zamanın geçtiğini kanıtlamaya çalışarak, beynine ardı ardına kurşunlar saydırıyordu.

              Mosmor kesilmiş eliyle sehpadaki sigara paketine uzanmaya çalıştı. Kolunu kıpırdatmasıyla, küllüğün beton zeminde çıkardığı sesi işitmesi bir oldu. Duyduğu her ses, o korkunç akbabanın acı çığlığını anımsatıyordu. Yerde tuz buz olmuş cam kırıklarına bakarken etrafa yayılmış onlarca sigara izmaritinin külleri yüzüne savruldu. Kan çanağına dönmüş gözlerine dolan küller  göz yuvalarını kızgın bir demir gibi dağlamaya başladı.

               Kolçaklardan destek alarak ayağa kalktı. Önüne çıkan nesnelere çarpmamak için bir eliyle boşluğu yokluyor, bir eliyle de yanaklarından sicim gibi dökülen yaşları silmeye çalışıyordu. Her adımda ayağına bir şeyler takılıyor, yere yuvarlanmamak için büyük çaba sarf ediyordu. Akrobat inceliğinde yaptığı ani hareketler onu, banyonun kapısında yüz üstü yere kapaklanmaktan kurtaramadı. Bir ceset gibi yerde yatıyor, burnundan boşalan sıcak kan ellerini ısıtıyordu.  Fotoğraftaki çocuk gibi sürünerek küvete gitmeye çalışırken, arkasındaki akbabanın hangi konunda olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Ya akbaba onun bu çaresizliğinden faydalanıp beynini gagalamaya başlarsa…

              Kafasını sert bir cisme vurmasıyla çıkan ses, küvete geldiğini haber verdi. Elleriyle soğuk fayanslara dokunup musluğu buldu. Göz yuvalarındaki ateşi söndürebilmek için can atıyordu.  Nihayet amacına ulaştı, musluğu sonuna kadar açıp kafasını buz gibi suyun altına soktu. Yüzüne avuç avuç su çarptı. Küvetin deliğinden süzülen kanla karışık pis suyu görünce, içi beklenmedik bir şekilde ürperdi. Bu anlık duygu değişimiyle kendini küvetin içine atıp, boylu boyunca uzandı. Gözlerini açmasıyla akbabayı karşısında görüp, yeniden kapatması saniyeler alıyordu. Suyun canlandırıcı etkisiyle, kendini küvetten dışarı atabilmek için çırpınmaya başladı. Küvetin üzerine oturmayı başardı. Başını kaldırarak kısık gözlerle karanlıkta aynaya baktı. İşte yine o akbaba aynanın içinden ona bakıyordu. Saldırıp etlerini didik didik etmek için son hazırlıklarını yapıyor gibi görününüyordu. Burnundaki kanama tüm şiddetiyle devam ediyor, akbabayı baştan çıkarmaya çalışıyordu. Aynaya bakmaya daha fazla tahammül edemedi. Ağır aksak adımlarla banyodan çıkıp, karanlık odaya gitti.

              Karanlık odanın kapısını açarken içindeki acı daha belirgin bir hal aldı. İplerde asılı bir sürü fotoğraf olmalıydı, oysa tüm fotoğraflarda aynı kare: açlıktan ölmek üzere olan küçücük bir çocuk, arkasında avının can vermesini bekleyen kocaman bir leş yiyici… Birkaç gündür nereye baksa, ne düşünse bu leş yiyici karşısına çıkıyor; keskin pençeleriyle onu boğuyordu. Bu duruma bir son vermesi gerektiğini anladı. Tek bir seçeneği vardı; bu leş yiyiciyi öldürmek.

              Karanlık odadaki tüm fotoğrafları yok etmek istiyordu; ama bunu nasıl yapacaktı? Çok geçmeden cevabı buldu: cebinden çakmağını çıkarıp masanın üstündeki kâğıt yığınını tutuşturdu. Karanlık odayla beraber tüm geçmişini yaktığının farkında olmadan çıktı. Koridorda yine o akbabayla karşılaştı. Bu işe kesin bir çözüm bulmalıydı, yoksa akbaba onu hiç rahat bırakmayacaktı.

              Yatağın yanındaki çekmeceden silahını çıkardı, mermileri kontrol etti. Acaba on dört mermi akbabayı öldürmeye yeter miydi? Şarjörü yerine takıp banyoya gitti. Aynanın karşısına geçer geçmez akbabayla göz göze geldi. Namluyu doğrultup tetiğe bir kere dokundu, ardından bir daha, bir daha… Akbabanın ölmediğini gördükçe mermileri arka arkaya saydırıyordu. Solgun yüzünü aynanın kırık bir parçasında görünce akbabayı öldüremeyeceğini anladı. Silahındaki kurşunlar ardı ardına patlarken banyoda yankılanan “vınnn” sesleri gittikçe çoğalıyordu. Boynunda hissettiği ani yanmayla, yere yığıldı. Soluğu yavaşladı ve kesildi.

             

          

              Karanlık odanın kapıları bir daha hiç açılmamak üzere kapanırken, ak babalar bir araya toplanmış zaferlerini kutluyorlardı… Karanlık oda… Akbaba… Karanlık… Ak…

                                    
          Kevin Carter'a... 


                        

25 Mayıs 2009 Pazartesi

KAKTÜS


              Bu kaçıncı yollara düşüşüydü, hatırlamıyordu. Her gece, “yarın mutlaka diyerek” kapatıyordu gözlerini.  Sabahları aynanın karşısında dakikalarca kalıyor, büyülü düşünden uyanmamak için kendiyle savaşıyordu. Masanın üzerinde biriken dergilere, gazetelere, kitaplara bakıp; işi gücü boş vermenin huzursuzluğuyla cesaretini toplamaya çalışıyordu. Bu büyülü düş son günlerde iyice içine batar olmuştu. Dün gece devirdiği birkaç şişe şaraptan da cesaret alarak, kesin kararını verdi. Bu gün ne olursa olsun gidip içindeki yangını haykıracaktı.

              Aynı filmi kaç kez izlemişti? Kaç kez son anda caymıştı? Kaç kez korkaklığına isyan etmişti?.. Kafasındaki soru işaretlerinden sıkılıp sigarasını derin derin çekti. Çiğ’in günbatımı kızıllığındaki saçlarına bakıp iç geçirdi. “Ya kara gözlerini görünce dayanamazsam” diye düşündü. Dayanmalıydı, başka çaresi olmadığını biliyordu.

              Çiğ, arkadaşlarının yanında ay gibi parlıyor, onların lakırdılarına eşsiz tebessümüyle ortak oluyordu. Ne kadarda yakışmıştı, o renk cümbüşü kazak üstüne? Mavi etekle mükemmel bir uyum sağlamıştı. Belki denizi hiç görmemişti; ama denizin serin berraklığını yüzünde taşıyordu.

              Kısacık ömründe delikanlıya, hiçbir yol bu kadar uzun gelmemişti. Her adımda cesareti biraz daha kırılıyor, dönüp gitmemek için kendini zor tutuyordu. “Keşke bir mektup yazsaydım” diye düşündü. Saniyeler sonra saçmaladığının farkına vardı. Bu büyülü düşü görmeye başladığı günden beri kalemi eline hiç alamamıştı. Zoraki yaşıyordu ve hayat katlanılmaz geliyordu.

              Yanından gelip geçen insanları fark etmeden, “bu yolun sonu hiç gelmeyecek mi” diye düşündü. Sıkıntısını üzerinden atabilmek için, telefonunu kapatıp kapatmadığını kontrol etti. Caddeden taşan otomobil gürültüleri huzursuzluğunu bir kat daha arttırdı. Dikkat çekmeyeceğini bilse arkasındaki çocuğun şarkısına eşlik edecekti; ama sözlerini bile tam bilmiyordu. Attığı her adım onu sona biraz daha yaklaştırıyordu.

              Çiğ, arkadaşlarıyla vedalaşıp bir sokağa daldı. Delikanlı olup biteni uzaktan seyretti, gidip gitmeme konusunda tereddüt ediyordu. Korkaklığının verdiği cesaretle adımlarını hızlandırdı. Sokağın sessizliği tereddütlerini daha da arttırdı. Çiğ’in fazla uzaklaşmadığını görünce rahatladı. Ya onu kaybetmiş olsaydı? Bütün uğraşı boşa mı gitmiş olacaktı? Çiğ ellerini cebine sokmuş yavaş adımlarla ilerliyordu. Delikanlı içindeki yangına son vermek için can atıyordu. Heyecandan hızlanan kalp atışlarına aldırış etmeden Çiğ’i yakalamaya çalışıyordu. Gittikçe Çiğ’e yaklaşıyor, içinden “ben şimdi ne yapacağım” diye geçiriyordu. Bu saçmalığa bir son vermek için geri mi dönmeliydi? Yumruklarını sıktı, elinden gelse kendini adam akıllı dövecekti. Heyecandan titreyen eliyle terini silmeye çalışıyordu ki, Çiğ aniden geri döndü. Delikanlı bu ani dönüşle Çiğ’in kendini fark ettiğini anladı.

             Kaçacak yeri yoktu. “Ne yapsam” diye düşünürken sağındaki açık kapıyı gördü. Tereddüt etmeden içeri girdi. Girdiği yerin çiçekçi dükkânı olduğunu anlayınca rahatladı. Bir süre anlamsızca sağa sola baktı, fazla zamanının olmadığını biliyordu. Çiçekçi delikanlıyı fark edince “Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu.  Yanıt vermeden gözüne kestirdiği papatyalara doğru yürüdü. Papatyalara uzanırken, yerde duran küçük kaktüs saksılarını gördü. Yavaşça eğilip en öndeki saksıyı aldı. Hiçbir şey söylemeden masanın üzerine yeteri kadar para bıraktı. Kapıdan çıkar çıkmaz Çiğ’le göz göze geldi. Sessizce birbirlerine baktılar. Çiğ sesizliği bozmak üzereyken ilk hamleyi delikanlı yaptı. Küçük kaktüs saksısını Çiğ’e uzatıp titrek bir ses tonuyla:

              “Bu sensin ve içime batıyorsun, ya sendeki beni bana ver; ya da içime batmaktan vazgeç” dedi. Saksıyı Çiğ’in eline tutuşturup yağmurdan kaçan bir insan telaşıyla koşmaya başladı. Kaçması gerekiyordu; çünkü Çiğ’i dinleyebilecek cesareti yoktu.